Oğuz Esen Resmi Fan Clup İndir-Dinle 2011
Deyimler Sözlüğü T-U-Ü 112

Join the forum, it's quick and easy

Oğuz Esen Resmi Fan Clup İndir-Dinle 2011
Deyimler Sözlüğü T-U-Ü 112
Oğuz Esen Resmi Fan Clup İndir-Dinle 2011
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Deyimler Sözlüğü T-U-Ü

Aşağa gitmek

Sabit Deyimler Sözlüğü T-U-Ü

Mesaj tarafından Mc Zindan Ankara Style Çarş. Mayıs 12, 2010 9:59 pm

Tabana kuvvet: "Binecek bir şey yok,
yayan gitmekten başka çare de kalmadı" anlamında kullanılır."Haydi
kalkın bakalım, tabana kuvvet!"
Tabanları kaldırmak: Çok hızlı
yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak."Polislerin geldiğini
görünce tabanları kaldırdı."
Tabanları yağlamak: 1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.
Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok
aykırı."Taban tabana zıt düşüncelere sahiptiler."
Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık
gidip gelmek."Kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim."
Tabanvayla gitmek: Araçla değil de yürüyerek gitmek.
Taburcu olmak: İyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden
çıkmak."Taburcu olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler."
Tadı damağında kalmak: Tadını, lezzetini bir türlü unutamamak."O kebabın tadı damağımda kaldı."
Tadına bakmak: Küçük bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek,
nasıl olduğunu yoklamak."Yemeğin tadına baktın mı?"
Tadına varamamak: Bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya
da kavrayamamak."Şu dostluğumuzun tadına varamadım daha."
Tadında bırakmak: Ölçülü olup aşırılığa kaçmamak."Yeter çocuklar! Tadında bırakın, havayı bozacaksınız yoksa."
Tadını almak: 1. Bir şeyin lezzetini almak. 2. Yaptığı işten zevk
duymaya başlamak."O işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz."
Tadını çıkarmak: Bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkânlardan
istediği gibi yararlanmak."Şu tatilin tadını çıkarmaya çalışacağım."
Tadını kaçırmak: Zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa
kaçarak olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.
Tadı tuzu kalmamak: Eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, güzel
ve çekici durumu ortadan kalkmak."İşlerimizin artık tadı tuzu kalmadı."
Tahtalı köy: Mezarlık.
Tahtası eksik: Aklı noksan, deli."O ne biçim hareketti, tahtası eksik galiba!"
Takım taklavat: Hepsi, parçalarıyla birlikte.
Takıp takıştırmak: Özenerek süslenmek."Takıp takıştırmış, öyle çıkmıştı sokağa."
Takke düştü kel göründü: Kusuru, kabahati örten şey ortadan kalkınca
bütün çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.
Tam adamını bulmak: 1. En uygun kişiyi seçmek. 2. En uygunsuz kişiyi seçmek."Tam adamını bulmuşsunuz hani!"
Tam takır kuru bakır: İçinde hiçbir şey yok, bomboş."Tam takır kuru bakır bir ev bırakıp gitmişler."
Tam üstüne basmak: İstenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet kaydetmek, istenilen sözü söylemek.
Tanrı misafiri: Eve kendiliğinden gelen konuk."O bir Tanrı misafiridir. Nasıl kalk git diyebilirim."
Taraf tutmak: Bir yanı desteklemek, yan çıkmak."Ben sana taraf tutup da onların düşmanlığını kazanma demedim mi?"
Tarihe karışmak: Yalnız adı anılır olmak veya etkisi yok olmak.
Tası tarağı toplamak: Gitmek üzere bütün eşyasını toplamak."Tası tarağı toplamış arabanın gelmesini bekliyorduk."
Taş atmak: Birine dokunacak, onu incitecek söz söylemek.
Taş attı da kolu mu yoruldu?: "Bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu,
emek verdi mi, para harcadı mı?" anlamında kullanılır.
Taşa tutmak: Üst üste taş atmak, sürekli taşlamak."Çocuklar aşağı yoldan geçen karşı köylüleri taşa tuttular."
Taş çatlasa: "Ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız"
anlamında kullanılır."Taş çatlasa bu elbise otuz binden fazla etmez."
Taş çıkartmak: Biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak."Nezaketiyle akranlarına taş çıkartıyor."
Taşı gediğine koymak: Zekice bir hareketle gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemek.
Taşı sıksa suyunu çıkarmak: Bedence çok kuvvetli, dinç kimse."Taşı
sıksa suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş!"
Taş kesilmek: Çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez
olmak; sesini çıkaramamak, hareket edememek."Çocuk sanki taş
kesilmişti."
Taş üstünde taş bırakmamak (koymamak): Her şeyi yıkıp yerle bir
etmek."Belediye araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üstünde
taş koymadılar."
Taş yürekli: Hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz."Taş yürekli
herifler, çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler."
Tatlı dil: Gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma biçimi ya da söz."Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır."
Tatlı sert: Kırmamakla birlikte yumuşak da olmayan söz ya da davranış.
Tatlı su firengi: Batılılık taslayan, Batılı gibi davranan Doğulu Hristiyan.
Tatlıya bağlamak: Bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek biçimde bir
çözüme ulaştırmak."Nihayet işi tatlıya bağladık."
Tava getirmek: Gereği kadar ısıtmak.
Tavına getirmek: Bir işi en uygun duruma getirmek."Tavına getirip söyle."
Tava gelmek: 1. Yumuşamak, kanmak. 2. Süzülecek duruma
gelmek."Söylediğim sözlerle tava geldi; tamam, yapalım dedi."
Tavır almak (takınmak): Belli bir durum ve davranış almak."Ağabeyim bana niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"
Tavşana kaç tazıya tut: Birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma, davranışlarında yüreklendirme.
Tavşanın suyunu suyu: İki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak için kullanılır.
Tavşan yürekli: Korkak, ürkek, çekingen."Amma da tavşan yürekli bir adammışsın."
Tazıya dönmek: 1. Oldukça zayıflamış olmak. 2. Sırılsıklam, çok ıslanmış olmak.
Tebelleş olmak: Kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya
kadar yakasını bırakmamak."Başıma iyice tebelleş oldu, nereye gitsem
oraya geliyor."
Tebdil gezmek: Tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek.
Tefe koymak: Biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak."Bunlar adamı
tefe koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma."
Tekbir getirmek: "Allah-ü ekber" diyerek Allah`ın adını yüceltmek.
Tekerine çomak sokmak: Birinin yolunda giden işini engellemek, aksatmak
gibi davranışlarda bulunmak."Adamın tekerine çomak soktular, düzenini
altüst ettiler."
Tekin değil: 1. İçinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2.
Kendisinde bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen
kimse."O eski ev tekin değil diyorlar."
Telâşa düşmek: Heyecanlanmak, aceleci olmak.
Tel çekmek: 1. Telgraf çekmek. 2. Telle sınırlandırmak, telle çevirmek.
Telleyif pullanmak: Kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek."Gelini bir güzel telleyip pulladılar."
Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: Bir meseleyi sürekli anlatmak,
yeni bir şeymiş gibi birçok defa söz konusu etmek.
Temel atmak: 1. Bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. Bir işe
başlamak, ilk davranışta bulunmak, girişmek."Evin temelini yarın
atacağız inşallah."
Temel taşı: 1. Bir yapının temeline konan taş. 2. Bir şeye temel olan
öğe, kişi, bir şeyin aslî unsuru, en güçlü dayanağı."Bu şiir, onun şiir
anlayışının temel taşıdır."
Temize çekmek: Karalama hâlindeki bir yazıyı yeniden, silintisiz ve
kazıntısız bir şekilde kâğıda yazmak."Ödevlerinizi temize çekin."
Temize çıkmak: Bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak."O yapmadı, temize çıkacak, göreceksin!"
Temiz para: 1. Kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. Doğru yoldan kazanılmış para.
Tencerede pişirip kapağında yemek: Kıt kanat geçinmek, olanıyla yetinmek.
Tencere dibin kara seninki benden kara: "Kötülükte, kusur yönünde sen benden daha betersin" anlamında kullanılır.
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: İki değersiz kişi bir araya gelmiş, birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.
Tepeden bakmak: Küçümsemek, kendini üstün görmek."İnsanlara tepeden
bakmayı bırak artık, aciz bir varlık olduğunu düşün."
Tepeden inme: 1. Beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. Yüksek bir
makamdan çıkan buyruk, emir."Tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam
geçti işin başına."
Tepeden tırnağa (kadar): Her yanı, baştan aşağı, bütün vücudu."Tepeden tırnağa gözden geçirdi ihtiyarı."
Tepesi atmak: Çok sinirlenmek, birden öfkelenmek."Tepesi atar atmaz salondakileri dışarı çıkardı."
Tepesinde havan dövmek: Üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız etmek.
Tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: Hiç ummadığı bir durumla
karşılaşıp derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içinde kalmak."Hayır
cevabını alınca tepesinden kaynar su döküldü."
Tepesine binmek: 1. Şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak,
yaptırmak. 2. Kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü
davranmak."Düşmanların tepesine binmek boynumuza borç oldu."
Tepesi üstü: Tepe taklak, başı yere gelmek üzere."Çocuk sandalyeden tepesi üstü düşmüştü."
Tepe tepe kullanmak: Yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan
istediği gibi kullanmak."Bu kadar istiyorsan al senin olsun, tepe tepe
kullan!"
Terbiyesini vermek: Yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler
için kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.
Tercüman olmak: Başkasının duygusunu, düşüncesini dile getirmek, anlatmak.
Ter dökmek: 1. Bir işi yapmak için çok zahmet, zorluk çekmek. 2. Çok
terlemek."Bu işi başarmak için az ter dökmedi."
Tereciye tere satmak: Birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.
Tere yağından kıl çeker gibi: Hiç kimseye zarar vermeden, çok
kolaylıkla kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan
kurtularak."Merak etme sen, tereyağından kıl çeker gibi halledecektir
işi."
Tersi dönmek: Şaşkınlıktan bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek.
Ters tarafından kalkmak: Aksi, huysuz ve ters olmak."Ters tarafından
kalktın galiba, ne dersem tersini yapıyorsun."
Ters yüz etmek: İçini dışına, altını üstüne getirmek ya da çevirmek."Gömleğin yakasını ters yüzü edip diktim."
Ters yüz geri dönmek: İstediğini elde edemeden, eli boş dönmek.
Teselli etmek: Avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya
çalışmak."Arkadaşını en iyi şekilde teselli ettiğine eminim."
Teselli bulmak: Avunmak.
Teslim bayrağı çekmek: 1. Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. Bir
çekişme sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak."Yakında
teslim bayrağını çekerler, endişeye kapılmayın."
Teslim olmak: 1. Kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul
etmek, mücadeleden vazgeçmek. 2. Kendini teslim etmek, birtakım ellere
bırakmak."Teslim olursan kılına dokunulmayacaktır!"
Teşrif etmek: Onurlandırmak, şereflendirmek.
Tetikte olmak: Her an uyanık ve hazır bulunmak."Ben size tetikte olun, gözünüzü dört açın demedim mi?"
Tez canlı: Aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan."Bu kadar tez canlı olma!"
Tez elden: Çabucak, bir an önce, çarçabuk,"Tez elden hastaneye gitmeli bu yaralı!"
Tezgâhı kurmak: İşe başlamak üzere tüm araç ve gereçleri hazırlamak,
çalışmaya başlamak."Hemen tezgâhı kurup gittiler."
Tezkeresini eline vermek: Kovmak, işten atmak, işine son vermek.
Tıka basa doldurmak: Doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer
bırakmamak."Çuvalı tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır."
Tıka basa yemek: Haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız
edecek kadar çok yemek."Doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını."
Tımarhane kaçkını: Delice işler yapan kimse.
Tıpış tıpış yürümek: 1. Kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. İster istemez bir yere gitmek.
Tıraş etmek: 1. (Saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. Bıkkınlık
verecek kadar uzun ve gereksiz konuşmak."Yeni berber iyi tıraş
yapamıyor."
Tırnak göstermek: Gözdağı vermek, korkutmak.
Tırpan atmak: 1. İstemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son
vermek. 2. Kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak."Genel
müdür olunca, ilk işi yardımcılarına tırpan atmak oldu."
Tohuma kaçmak: Yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak.
Tok evin aç kedisi: Varlıklı olduğu hâlde doymayan, ihtiyacı olmadığı
hâlde aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse)."Bu
çocuk da tok evin aç kedisi."
Tokat aşketmek: Ansızın el içi ile vurmak.
Tok gözlü: Mala, paraya, yiyeceğe düşkün olmayan; cömert.
Tok sözlü: Sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen."Rahmetli tok sözlü bir insandı."
Tongaya basmak: Tuzağa düşmek."Çok kötü bastı tongaya."
Top atmak: İflas etmek."Bu kadar kısa zamanda top atacağımızı sanmazdım."
Topa tutmak: 1. Bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. Bir kimseye kırıcı, ağır sözler söylemek.
Topun ağzında: Tehlikeye, saldırıya en yakın yerde olmak.
Toprağı bol olsun: Müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında
kullanılır, Müslüman ölüler için "Allah rahmet eylesin" denir.
Topu topu: (Azımsanan şeyler için) olup olacağı, yalnızca, hepsi."Topu topu beş elma almış."
Toz kondurmamak: Bir şeyi kusursuz göstermek, onda bir kusurun
olabileceğini kabul etmemek."Kızına da hiç toz kondurmuyor."
Toz olmak: Ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak."Çabuk toz olun buradan."
Toz pembe görmek: Aşırı iyimser olmak; hemen her aksaklığı, üzücü
durumları iyimserlikle karşılamak."Hayatı hep toz pembe görmüştür."
Tozu dumana katmak: 1. Ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak,
gürültü patırtı çıkarmak. 2. Çok fazla toz kaldırarak koşmak veya
kaçmak."Başıboş sığırlar tozu dumana katarak yokuştan aşağı
iniyorlardı."
Tur atmak: Dolaşmak, dolaşıp gelmek."Evin etrafında iki tur atıp yanıma gelsin."
Turnayı gözünden vurmak: Hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele geçirmek.
Turp gibi: Çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde."Merak etme, turp gibi o."
Turşu gibi olmak: Çok yorgun, bitkin düşmek."Üç gündür çalışıyoruz, turşu gibi oldum, hiç hâlim kalmadı."
Turşusu çıkmak: 1. Çok yorulmak. 2. İyice ezilmek,
parçalanmak."Armutların turşusu çıkmış, yenecek hâlleri kalmamış."
Turşusunu kurmak: Bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak
durumunda söylenir."Kullanmadığı sandalyeyi vermiyor, turşusunu kuracak
sanki."
Tut kelin perçeminden: Güç bir durumda çözümün zor olduğunu anlatmak için kullanılır.
Tuttuğu dal elinde kalmak: Dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek
işe yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.
Tuttuğunu koparmak: Her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi
becermek,"O tuttuğunu koparır bir delikanlıdır, güvenin ona."
Tutunacak dalı olmamak: Güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak."Küçüktüm, tutunacak dalım yoktu, tek başımaydım."
Tuz biber ekmek: 1. Bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. Bir üzüntünün
acısını, bir kusurun ağırlığını daha da artırmak."İyi yaptın sanki, o
günleri hatırlatarak tuz biber ektin kadının yüreğine."
Tuz (la) buz olmak: Kırılıp parçalanmak, çok küçük parçalara ayrılmak,
paramparça olmak."Masadan düşen vazo tuzla buz oldu."
Tuzlayayım da kokma: Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar,
düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.
Tuzluya mal olmak: Oldukça çok para harcanarak sağlanmış olmak."Arabayı tamir ettirdik ama tuzluya mal oldu."
Tuzu kuru: Hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için
kaygılanmayan."Sana göre hava hoş, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl
olsa."
Tükürdüğünü yalamak: Verdiği sözden geri dönerek benliğini
küçültmek."Ben tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya!"
Tümen tümen: Pek çok.
Türküsünü çağırmak: Birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz
söylemek, onun tarafını tutmak."Ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp
durdum, yeter artık!"
Türkü yakmak: Bir türküye ezgi uydurmak."Sevdiği kıza yanık bir türkü yakmış diyorlar."
Tütünü tepesinden çıkmak: Bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.
Tüy dikmek: Kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.
Tüyleri diken diken olmak: Korku, heyecan, endişe veya üşümekten
vücuttaki tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek."Hava buz gibiydi, tüylerim
diken diken olmuştu."
Tüyü düzmek: Önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi yaşama kavuşmuş gibi güzel giyinir olmak.
-U-



Ucu
bucağı olmamak: Bir yer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak."Kafamı
kaldırıp şöyle bir baktım, ovanın ucu bucağı görünmüyordu."
Ucu
dokunmak: Bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine
zarar vermek."O çubuğu kıracağım fakat ucu sana dokunacak diye
kıramıyorum."
Ucunu kaçırmak: Çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak."İşin ucunu kaçırdın, oldu mu ya?"
Ucu ortası belli olmamak: Bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.
Ucunda bir şey olmak: Bir şeyde gizli bir amaç bulunmak."Bu davranışının ucunda bir şey var ama anlayamadım."
Ucu ucuna: Ancak yetişecek kadar."İp ucu ucuna geldi."
Ucuz atlatmak: Güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak."Ucuz
atlattık, az kalsın uçuruma yuvarlanacaktık."
Uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: Pek çok kişiye borçlu olmak."Babanın uçan kuşa borcu varmış diyorlar, doğru mu?"
Uçan kuştan medet ummak: Pek sıkıntıda bulunup, bu sıkıntıdan kurtulmak
için her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.
Uçsuz bucaksız: Çok geniş."Uçsuz bucaksız kırlarda dolaşmak istiyordum."
Uçkuruna sağlam: Namuslu, iffetine bağlı.
Uç vermek: 1. Baş vermek (çıban). 2. Bitmek, sürmek (bitki). 3.
Gelişme, büyüme başlangıcı göstermek. 4. Bilinmeyeni açıklığa
kavuşturucu belirtiler ortaya çıkmak."İlk bahar geldi, dallar uç
vermeye başladı."
Ulu orta söz söylemek: Bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan,
çekinmeden, açıktan açığa konuşmak."Birden ayağa kalkıp ulu orta söz
söylemeye başladı."
Uma uma döndük muma: Umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince
hayal kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü
yitiren insanlar için söylenir.
Umurunda olmamak: Aldırış etmemek, önem vermemek.
Ununu elemiş, eleğini asmış: Hayatta yapmak istediklerini yapmış, geri
kalan ömrü süresince artık yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler
için söylenir.
Utancından yere geçmek: Çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki
saklanacak yer aramak."Çok mahçup olmuştu, utancından yere geçmek
üzereydi."
Uyku bastırmak: Aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği
duymak."Yemekten sonra bir uyku bastırır, kafamı kaldıramazdım."
Uyku çekmek: Rahat ve huzurlu bir şekilde çok uyumak."Eve gidip şöyle bir uyku çekeceğim."
Uyku gözünden akmak: Çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak."İki
gündür yoldaydık, hemen hemen hiç uyumamıştık, uyku gözlerimizden
akıyordu."
Uykusu kaçmak: 1. Uyuması gerekirken herhangi bir sebepten ötürü
uyuyamamak. 2. Bir sorun yüzünden kaygılanmak, endişe duymak."Uykusu
kaçmış, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu."
Uykusunu almak: Gerektiği kadar uyumuş olmak."Epeydir yatıyorsun, uykunu almış olmalısın."
Uyku tulumu: 1. Uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. İçine girilerek
yatılan tulum biçimindeki yatak."Uyku tulumu sen de, çabuk kalk!"
Uykuya dalmak: Rahat ve derin bir şekilde uyumak.
Uyur uyanık: Yarı uykulu."Uyur uyanık ayakta nöbet tutmaya çalışıyordu."
Uzağı (ileriyi) görmek: Gelecekte ne olacağını sezmek, kestirmek."Dedem uzağı gören bir adamdı."
Uzaktan uzağa: 1. İlgisi pek az olan. 2. Çok uzaktan."Uzaktan uzağa selâmlaşıyorduk işte."
Uzun boylu: 1. Boyu uzun olan. 2. Uzun süre. 3. Derinlemesine,
ayrıntılarıyla."Meselenin üzerinde öyle uzun boylu durmadık."
Uzun etmek: 1. Nazlanmak, sözünde direnmek. 2. Sözü uzatmak, tartışmayı
sürdürmek. 3. Aşırı gitmek."Haydi uzun etme de gel benimle!"
Uzun hikâye: Pek çok ayrıntıları bulanan, anlatması uzun sürecek,
anlatılmadan da anlaşılamayacak olan olay ya da konu.
Uzun lafın (sözün) kısası: Özetle, kısaca, sözü uzatmayarak."Uzun lafın kısası, yazar gerçekçi olmalıdır."
Uzun uzadıya: Çok ayrıntılı olarak, en ince noktalarına inerek."Meseleyi uzun uzadıya inceledik."
-Ü-



Üç
aşağı beş yukarı: Az bir farkla, az fazla ya da az eksik olmak üzere,
yaklaşık olarak."Üç aşağı beş yukarı anlaşırız, merak etme."
Üç buçuk atmak: Çok korkmak, korku içinde olmak, istenmeyen bir durum olacak diye korkup durmak.
Üçe beşe bakmamak: Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları
önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak."İstediğini
üçe beşe bakma, mutlaka al."
Üç otuzluk: Yaşı hayli ilerlemiş (kimse).
Ümidini kesmek: Artık ummaz olmak, olacağını beklememek,
kavuşamayacağını anlamak."Ümidimi kestim iyice, kocam artık geri
dönmeyecek."
Ümitsizliğe düşmek: Gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inanmak."Ümitsizliğe düşme bu kadar, belki geri gelir."
Ün kazanmak: Adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak."O cihana ün salmış bir güreşçidir."
Üst baş: Kılık kıyafet, giyim kuşam."Üstüne başına hiç bakmaz ki o."
Üste çıkmak: Suçlu olduğu hâlde suçsuz durumda olduğunu söyleyip
karşısındakini suçlamak."Bir an önce bu işten kurtulmak için üste
çıkmayı başarmalıyım diye geçirdi içinden."
Üstesinden gelmek: Becermek, üzerine aldığı işi başarmak, yapmak."Hiç
endişelenme sen, üstesinden gelecektir o işin."
Üste vermek: Fazladan ödeme yapmak."Üste bir milyon verdiler ama bu arabayı değişmedim."
Üst perdeden konuşmak: 1. Üstünlük taslayarak konuşmak. 2. Çok yüksek
sesle konuşmak."Üst perdeden konuşmaya bayılır."
Üstü başı dökülmek: Kılık ve kıyafeti çok eski olmak, perişan durumda bulunmak.
Üstü kapalı konuşmak: Açık, kesin ifadeler kullanmadan konuşup
dinleyenin kavrayışına bırakmak."Niçin üstü kapalı konuştuğunu bir
türlü anlayamıyordu."
Üstünde durmak: Bir işe önem vermek, o işle yakından ilgilenmek,
uğraşmak."Şu işin üstünde dur biraz, yoksa sonun kötü olacak."
Üstünde kalmak: Artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2.
Suçlanmak."Onlar kaçıp gittiler, kabahat bizim üstümüzde kaldı."
Üstünden atmak: Başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek,
başkasını ilgilendirdiğini belirtmek."Bu iş senin, sakın üstünden
atayım deme."
Üstünden dökülmek: Bir giysi bol ve biçimsiz olmak, yakışmamak.
Üstünden (şu kadar zaman) geçmek: Aradan (şu kadar) zaman
geçmek."Üstünden şu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ borcunu ödemedi."
Üstüne almak: 1. Alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıldığını
sanarak kaygılanmak. 2. Bir görevi üstlendiğini kabul etmek."Her sözü
üstüne alma lütfen!"
Üstüne atmak: Kendi kaptığı bir suçu birine yüklemek."Camı kendi kırdı ama suçu arkadaşının üstüne attı."
Üstüne basmak: 1. Yerinde bir fikir beyan etmek. 2. İyice
belirtmek."Üstüne basa basa anlat, baban çok mağdurmuş de!"
Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: O işten umudunu kesmek, o işin
olacağına inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek."Verecek
mi? Sen o paranın üstüne bir bardak soğuk su iç!"
Üstüne (üzerine) düşmek: 1. Bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2.
(Çocuğu) sevme ya da korumada çok ileri gitmek."Şu çocuğun üstüne bu
kadar düşmeyelim, şımardıkça şımarıyor, neredeyse başımıza çıkacak."
Üstüne fenalık gelmek: Aşırı ölçüde sıkılmak, çok bunalmak.
Üstüne geçirmek: 1. Bir malın tapusunu kendi üzerine yazdırmak ya da
çıkartmak. 2. Bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu
kaydettirmek."Evi üstüne geçirmiş dedem, doğru mu?"
Üstüne gelmek: Bir şey konuşulurken ya da yapılırken çıkagelmek.
Üstüne gül koklamamak: Sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki kurmamak.
Üstüne (yatmak) oturmak: Hiç hakkı değilken başkasının malını kendine
mal etmek."Vakıf mallarının üstüne oturdu adam, nasıl yaptı, vicdanı
nasıl el verdi bilmiyorum."
Üstüne titremek: Pek fazla sevgi, özen göstermek; zarar gelmesin diye
itinalı davranmak."Öğrencilerinin üstüne böyle titreyen bir öğretmen
daha görmedim."
Üstüne toz kondurmamak: Bir şeyin kusur, eksiği olduğunu kabul etmemek."Çocuğunun üstüne hiç toz kondurmuyor."
Üstüne tuz biber ekmek: Bir üzüntüyü, derdi, kusuru artıracak durum oluşturmak.
Üstüne üstüne gitmek: 1. Bir konuda bir kimseye sürekli baskı yapmak.
2. Güç bir şeyden yılmayıp, sonucu tehlikeli de olsa, çekinmeden o
şeyle uğraşmak."Biliyorum zor ama üstüne üstüne gitmelisin, ancak o
zaman başarabilirsin."
Üstüne varmak: 1. Bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. Bir kadın,
evli bir erkekle evlenmek."Demek tükürdü sana; üstüne varma, zorlama
demedim mi sana?"
Üstüne yıkmak: 1. Kendi işlediği bir suçu başkasına yüklemek. 2.
Kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına
yüklemek."Evin geçim yükünü annenin üstüne yıkmışlar, sorumsuzca
yaşıyorlar."
Üstüne yürümek: Yıldırmak, korkutmak amacıyla saldıracakmış gibi
yapmak; ya da saldırmak."Öfkeyle delikanlının üstüne yürüdü."
Üvey evlât gibi tutmak (saymak) : Horlamak, haksızlık etmek, iyi
davranmamak, küçümsemek."Dokunma bana, beni hep üvey evlât gibi tuttun,
ne zaman yaklaştıysam sana köşe bucak kaçtın benden."
Üzüm üzüm üzülmek: Haddinden fazla, çok üzülmek."Anneciği üzüm üzüm üzülüyor ama bir çare bulamıyordu."
Mc Zindan Ankara Style
Mc Zindan Ankara Style
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 3104
Aktiflik Puanı : 13215
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 31
Nerden : ankara

http://www.amasyateknoloji.tk

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz