Deyimler Sözlüğü L-M-N
1 sayfadaki 1 sayfası
Deyimler Sözlüğü L-M-N
Laçka olmak: 1.
Herhangi bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi
makine bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek."Bu vidalar
laçka olmuş, kol tutmuyor."
Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.
Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.
Laf (söz) aramızda:
"Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız
aramızda kalsın" anlamında kullanılır."Laf aramızda, Ali yine öç
alacağım demeye başlamış."
Laf atmak:
1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı
söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek."Laf atarak beni tahrik
etmeye çalışıyorlardı."
Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden
alıkoymak."Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar."
Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz
yetiştiren, çok konuşan."Laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle!"
Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak."Akşam buluşalım da iki çift laf edelim."
Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek,
onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek."Ağzını açar açmaz
lafı ağzına tıkadılar adamcağızın."
Lafı (sözü) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir
türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek."Beni görünce şaşırdı, lafı
ağzında gevelemeye başladı."
Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak, konuşmasını bitirememek.
Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark
edince söze başka bir yön vermek, başka konuya geçmek."Beni görünce
birden nasıl da sözü çevirdi."
Lafını (sözünü) etmek: Bir şey üzerinde konuşmak."Artık lafını etmeyin şu adamın!"
Lafını (sözünü) bilmek: Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan
ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak."O
daima lafını bilir bir insan olmuştur."
Laf işitmek: Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak,"Çabuk ol, senin yüzünden laf işiteceğiz öğretmenden."
Laf olsun diye: Rastgele, belli bir amaç gütmeden."Kızma canım, laf olsun diye söylemiştir o sözleri."
Laf (söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse
hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz
getirip götürmek."O laf taşıyıcı adamdan uzak durmalısın."
Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.
Laf (söz) yok: "Kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok"
anlamında kullanılır."Arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir."
Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için
"Lâhavle" ile başlayan duayıokumak. "Lâhavle çekmeden başka bir şey
yapamadım."
Lamı cimi yok: "Hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme
yok" anlamında kullanılır."Lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz,
tamam mı?"
Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz.
Leb demeden leblebiyi anlamak: Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.
Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu sarsacak biçimde iftirada
bulunmak."Zorla kadıncağıza kara bir leke sürdüler, Allah`tan hiç
korkmadılar."
Leşini çıkarmak: Çok feci dövmek."Beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar."
Leşini sermek: Öldürmek."Ben de onun leşini sermezsem..."
Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı kimse.
Lokma ağzında büyümek: Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden
dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek."Ağzında lokmalar büyümeye
başladı, gözleri dolu dolu oldu."
Lokmasını saymak: Birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.
Lök gibi oturmak: Bir yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup
kalmak."Sedire lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu."
Lügat paralamak: Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde
geçmeyen kelimelerle konuşmak."Lügat paralamak hoşuna gitmeye
başlamıştı."
Lüpe konmak: Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.
-M-
Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak."Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar."
Madalyanın ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun
düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.
Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek."Ona kolay kolay kimse madik atamaz."
Mahalle karısı: Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.
Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu
komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak."Bağırıp durma öyle, mahalleyi
ayağa kaldıracaksın."
Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek."Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba."
Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.
Mahşer gibi: Çok kalabalık."Meydan mahşer gibiydi."
Makaraları koyvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak,
uzun uzun gülmek."Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları
koy verdi."
Makas almak: Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.
Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku ile.
Mal etmek: 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi
göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip
olmak."O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım."
Malın gözü: 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal.
Mânâ çıkarmak: Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten
kendine göre bir anlam çıkarmak."Öyle alıngandı ki her sözümden bir
mânâ çıkarıyordu."
Mânâ vermek: Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak."Senin bu davranışına bir mânâ veremiyorum."
Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek,
kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek."Düşmanlar, toplumumuzun önce
maneviyatını bozdular."
Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya
çıkmak."Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı
sarıverdiler."
Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.
Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek."Amma da martaval atıyordu adam."
Mart içeri pire dışarı: Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri
gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.
Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler
söylemek."Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat."
Maskara olmak: Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak."Kim düşmanının maskarası olmak ister?"
Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak."Nihayet
maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak."
Masrafa girmek: Çok para harcamak."Evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler."
Masrafı çekmek: Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri
karşılamak."Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş."
Maşallahı var: Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak
için kullanılır."Adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi."
Maşası olmak: Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak
kullanılmak."İşverense işveren, onun maşası olamam ben!"
Mat etmek: 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı
söz söyleyemeyecek duruma getirmek."İleri sürdüğü kanıtlar ile
karşısındakileri kısa zamanda mat etti."
Matrak geçmek: Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek."İnsanlarla matrak geçmeye bayılıyorsun."
Maval okumak: Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek."Kes sesini, maval okumandan bıktım artık!"
Mayası bozuk: Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi)."Şu mayası
bozuk adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum."
Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini
beğenen."Maymun iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi."
Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip gelmek."Mağaza ile ev
arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli."
Mendil açmak: Dilenmek.
Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2. Öğrenmek, anlamak isteği taşımak."Merak
etmeye başladım, bu saate kadar gelmeliydiler."
Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.
Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek."Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu."
Mesele çıkarmak: Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir
anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak."Haydi, bir mesele
çıkarmadan çekip gidin buradan."
Mesken tutmak: Yerleşmek."Yarim İstanbul`u mesken mi tuttun!"
Meteliğe kurşun atmak: Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak."Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya bugün..."
Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek."Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun?"
Mevki sahibi olmak: Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada
bulunmak."Mevki sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu."
Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek,
olmak."Korkak herif meydana çık da yüzünü görelim."
Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak."Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar."
Meydanı boş bulmak: Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı
davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek."Meydanı boş bulan
eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı."
Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve
çekinmediğini açıkça bildirmek."Bir an meydan okumayı içinden geçirdi,
sonra bundan vazgeçti."
Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân
ve zaman vermemek, engel olmak."Onların kavga etmesine sakın meydan
vermeyin çocuklar."
Mezhebi geniş: Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen,
kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe
meydan veren, geniş davranan.
Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.
Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler
ileri sürüp nazlanmak."Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı."
Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli
bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.
Mide bulandırmak: 1. Kusacak bir duruma getirmek. 2.
Kuşkulandırmak."Çekil çabuk karşımdan, midemi bulandırıyorsun!"
Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3.
Kuşkulanmak."Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti!"
Mideye oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.
Mihenk (taşı): Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
Mim koymak: 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli
bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında
saymak."Bu ata sözüne bir mim koy, dedi öğretmenim."
Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak."Ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi?"
Moda olmak: Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir
olduğu için yapılır olmak."Saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu."
Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek."Bu elbisenin modası geçti artık."
Mola vermek: Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın,
yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek."Yarım saat
sonra mola verecekler, onlara mola yerinde yetişebiliriz."
Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız,
narin kimse."Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben."
Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek.
Mumla aramak: Çok istek ve özlemle aramak."O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha bulamayacaksınız."
Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola
gelmek. 2. Razı olmak."Askerde onun da mum gibi olacağına eminim."
Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak."İnşallah muradına erersin kızım."
Mümkün mertebe: Olabildiğince, yapabildiği kadar."Zararınızı mümkün
mertebe karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen."
Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra.
Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.
Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir
kültüre sahip olmuş kimse."Maval okumayı bırakın, biz de mürekkep
yalamışlardan sayılırız."
Mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. Özellikle evlâdının
evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının
sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak."Acaba çocuklarımın
mürüvvetini görecek miyim?"
Müslüman adam: Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine
uyan kimse."Müslüman adam, başı daima dik olan adamdır."
-N-
Na (nah) kafa: "Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir."Anlaması mümkün değil, na kafa!"
Nabza göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap
verecek biçimde davranmak."Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun."
Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını
anlamaya çalışmak."İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle
düşünelim."
Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.
Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.
Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan
sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan."Namus belâsına az kaldı
canından oluyordu delikanlı."
Nane molla: 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan,
sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan."Ne nane molla
bir adamsın, kalk da biraz çalış."
Nara atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca
bağırmak."Birahaneden çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar."
Nato kafa nato mermer: "Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında kullanılır.
Naza çekmek: Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte
yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak."Kendini naza çekmeye
bayılır bizim kız."
Nazı geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır
olmak."Babası, kasabada oldukça nazı geçen bir insandı."
Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.
Ne çare: Çaresi yok, elden bir şey gelmez."Ne çare ki onu durdurmamız mümkün değil."
Ne çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar
umulur."Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan?"
Neden sonra: Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra."Neden sonra babam da geldi."
Ne de olsa: Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte.
Ne dese beğenirsin?: "Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?" anlamında kullanılır.
Ne fayda: Artık neye yarar.
Nefes aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat
bırakmamak."Nefes aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı."
Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu
büsbütün durmak."Bir yumrukta nefesini kesti adamın."
Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş
bir şekilde (gelmek)."Kapıdan içeri nefes nefese girdi."
Nefes tüketmek: Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak."Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana anlamıyor."
Nefsine yedirememek: Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi
için onur kırıcı, ağır bulmak."İki yüzlülüğü bir türlü nefsine
yediremiyordu."
Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek."Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın."
Ne güne duruyor?: "Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında
kullanılır."Gitsin istesin kızı, daha ne güne duruyor?"
Nefsini yenmek: Arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.
Ne günlere kaldık!: "Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve
usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.
Ne hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için
"ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.
Ne idiği belirsiz: Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu
bilinmeyen."Ne idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış."
Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü
niyet beslediğini anlamak."Onun ne mal olduğunu şimdi anlarız."
Ne mene: Ne türlü, nasıl, ne çeşit?
Ne od var ne ocak: Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.
Ne oldum delisi olmak: Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak,
ölçüsüz hareketler yapmak."Dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar
gibi olma."
Ne olur: "Yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır."Ne olur beni de götürün köye!"
Ne olur ne olmaz: Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil."Şemsiyeni
al, ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin."
Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak,
ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin."Ne pahasına olursa olsun ben
bu işi bitireceğim."
Nerede akşam orada sabah: "Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast
gelirse orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.
Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey,
olacak gibi değil!"Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız!"
Ne şiş yansın ne kebap: "İki taraf da korunsun, gücendirilmesin,
ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.
Ne tadı var ne tuzu: Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil."Ne tadı var ne tuzu yaptığım işin."
Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi
değişmek."Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini
kaldırdı."
Ne yardan geçer ne serden: İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde,
fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için
kullanılır.
Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.
Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir
şey yapamamak, şaşırıp kalmak."Ocak birden alev alınca neye uğradığını
bilemedi."
Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek."Ona hediye almaya niyet etmişti."
Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü
sezilen."Niyeti bozuk bunların, sakın ilişmeyin."
Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp
aynı."Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı."
Not düşmek: Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak.
Notunu vermek: Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu
konusunda kanıya varmak."Hâlâ notunu veremedin mi o adamın?"
Nuh der peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü
değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.
Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina)."Nuh Nebi`den kalma bir koltukta oturuyordu."
Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi
söyleyerek karşısındakini aldatmak."Ona öyle bir numara yapacağım ki
şaşkına dönecek."
Nur topu: Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söylenir.
Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak."Katili karşısında görünce nutku tutuldu."
Herhangi bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi
makine bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek."Bu vidalar
laçka olmuş, kol tutmuyor."
Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.
Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.
Laf (söz) aramızda:
"Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız
aramızda kalsın" anlamında kullanılır."Laf aramızda, Ali yine öç
alacağım demeye başlamış."
Laf atmak:
1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı
söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek."Laf atarak beni tahrik
etmeye çalışıyorlardı."
Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden
alıkoymak."Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar."
Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz
yetiştiren, çok konuşan."Laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle!"
Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak."Akşam buluşalım da iki çift laf edelim."
Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek,
onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek."Ağzını açar açmaz
lafı ağzına tıkadılar adamcağızın."
Lafı (sözü) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir
türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek."Beni görünce şaşırdı, lafı
ağzında gevelemeye başladı."
Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak, konuşmasını bitirememek.
Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark
edince söze başka bir yön vermek, başka konuya geçmek."Beni görünce
birden nasıl da sözü çevirdi."
Lafını (sözünü) etmek: Bir şey üzerinde konuşmak."Artık lafını etmeyin şu adamın!"
Lafını (sözünü) bilmek: Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan
ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak."O
daima lafını bilir bir insan olmuştur."
Laf işitmek: Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak,"Çabuk ol, senin yüzünden laf işiteceğiz öğretmenden."
Laf olsun diye: Rastgele, belli bir amaç gütmeden."Kızma canım, laf olsun diye söylemiştir o sözleri."
Laf (söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse
hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz
getirip götürmek."O laf taşıyıcı adamdan uzak durmalısın."
Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.
Laf (söz) yok: "Kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok"
anlamında kullanılır."Arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir."
Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için
"Lâhavle" ile başlayan duayıokumak. "Lâhavle çekmeden başka bir şey
yapamadım."
Lamı cimi yok: "Hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme
yok" anlamında kullanılır."Lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz,
tamam mı?"
Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz.
Leb demeden leblebiyi anlamak: Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.
Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu sarsacak biçimde iftirada
bulunmak."Zorla kadıncağıza kara bir leke sürdüler, Allah`tan hiç
korkmadılar."
Leşini çıkarmak: Çok feci dövmek."Beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar."
Leşini sermek: Öldürmek."Ben de onun leşini sermezsem..."
Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı kimse.
Lokma ağzında büyümek: Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden
dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek."Ağzında lokmalar büyümeye
başladı, gözleri dolu dolu oldu."
Lokmasını saymak: Birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.
Lök gibi oturmak: Bir yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup
kalmak."Sedire lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu."
Lügat paralamak: Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde
geçmeyen kelimelerle konuşmak."Lügat paralamak hoşuna gitmeye
başlamıştı."
Lüpe konmak: Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.
-M-
Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak."Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar."
Madalyanın ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun
düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.
Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek."Ona kolay kolay kimse madik atamaz."
Mahalle karısı: Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.
Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu
komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak."Bağırıp durma öyle, mahalleyi
ayağa kaldıracaksın."
Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek."Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba."
Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.
Mahşer gibi: Çok kalabalık."Meydan mahşer gibiydi."
Makaraları koyvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak,
uzun uzun gülmek."Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları
koy verdi."
Makas almak: Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.
Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku ile.
Mal etmek: 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi
göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip
olmak."O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım."
Malın gözü: 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal.
Mânâ çıkarmak: Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten
kendine göre bir anlam çıkarmak."Öyle alıngandı ki her sözümden bir
mânâ çıkarıyordu."
Mânâ vermek: Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak."Senin bu davranışına bir mânâ veremiyorum."
Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek,
kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek."Düşmanlar, toplumumuzun önce
maneviyatını bozdular."
Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya
çıkmak."Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı
sarıverdiler."
Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.
Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek."Amma da martaval atıyordu adam."
Mart içeri pire dışarı: Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri
gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.
Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler
söylemek."Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat."
Maskara olmak: Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak."Kim düşmanının maskarası olmak ister?"
Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak."Nihayet
maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak."
Masrafa girmek: Çok para harcamak."Evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler."
Masrafı çekmek: Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri
karşılamak."Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş."
Maşallahı var: Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak
için kullanılır."Adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi."
Maşası olmak: Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak
kullanılmak."İşverense işveren, onun maşası olamam ben!"
Mat etmek: 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı
söz söyleyemeyecek duruma getirmek."İleri sürdüğü kanıtlar ile
karşısındakileri kısa zamanda mat etti."
Matrak geçmek: Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek."İnsanlarla matrak geçmeye bayılıyorsun."
Maval okumak: Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek."Kes sesini, maval okumandan bıktım artık!"
Mayası bozuk: Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi)."Şu mayası
bozuk adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum."
Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini
beğenen."Maymun iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi."
Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip gelmek."Mağaza ile ev
arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli."
Mendil açmak: Dilenmek.
Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2. Öğrenmek, anlamak isteği taşımak."Merak
etmeye başladım, bu saate kadar gelmeliydiler."
Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.
Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek."Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu."
Mesele çıkarmak: Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir
anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak."Haydi, bir mesele
çıkarmadan çekip gidin buradan."
Mesken tutmak: Yerleşmek."Yarim İstanbul`u mesken mi tuttun!"
Meteliğe kurşun atmak: Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak."Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya bugün..."
Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek."Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun?"
Mevki sahibi olmak: Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada
bulunmak."Mevki sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu."
Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek,
olmak."Korkak herif meydana çık da yüzünü görelim."
Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak."Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar."
Meydanı boş bulmak: Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı
davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek."Meydanı boş bulan
eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı."
Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve
çekinmediğini açıkça bildirmek."Bir an meydan okumayı içinden geçirdi,
sonra bundan vazgeçti."
Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân
ve zaman vermemek, engel olmak."Onların kavga etmesine sakın meydan
vermeyin çocuklar."
Mezhebi geniş: Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen,
kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe
meydan veren, geniş davranan.
Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.
Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler
ileri sürüp nazlanmak."Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı."
Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli
bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.
Mide bulandırmak: 1. Kusacak bir duruma getirmek. 2.
Kuşkulandırmak."Çekil çabuk karşımdan, midemi bulandırıyorsun!"
Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3.
Kuşkulanmak."Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti!"
Mideye oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.
Mihenk (taşı): Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
Mim koymak: 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli
bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında
saymak."Bu ata sözüne bir mim koy, dedi öğretmenim."
Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak."Ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi?"
Moda olmak: Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir
olduğu için yapılır olmak."Saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu."
Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek."Bu elbisenin modası geçti artık."
Mola vermek: Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın,
yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek."Yarım saat
sonra mola verecekler, onlara mola yerinde yetişebiliriz."
Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız,
narin kimse."Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben."
Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek.
Mumla aramak: Çok istek ve özlemle aramak."O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha bulamayacaksınız."
Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola
gelmek. 2. Razı olmak."Askerde onun da mum gibi olacağına eminim."
Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak."İnşallah muradına erersin kızım."
Mümkün mertebe: Olabildiğince, yapabildiği kadar."Zararınızı mümkün
mertebe karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen."
Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra.
Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.
Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir
kültüre sahip olmuş kimse."Maval okumayı bırakın, biz de mürekkep
yalamışlardan sayılırız."
Mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. Özellikle evlâdının
evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının
sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak."Acaba çocuklarımın
mürüvvetini görecek miyim?"
Müslüman adam: Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine
uyan kimse."Müslüman adam, başı daima dik olan adamdır."
-N-
Na (nah) kafa: "Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir."Anlaması mümkün değil, na kafa!"
Nabza göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap
verecek biçimde davranmak."Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun."
Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını
anlamaya çalışmak."İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle
düşünelim."
Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.
Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.
Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan
sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan."Namus belâsına az kaldı
canından oluyordu delikanlı."
Nane molla: 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan,
sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan."Ne nane molla
bir adamsın, kalk da biraz çalış."
Nara atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca
bağırmak."Birahaneden çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar."
Nato kafa nato mermer: "Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında kullanılır.
Naza çekmek: Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte
yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak."Kendini naza çekmeye
bayılır bizim kız."
Nazı geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır
olmak."Babası, kasabada oldukça nazı geçen bir insandı."
Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.
Ne çare: Çaresi yok, elden bir şey gelmez."Ne çare ki onu durdurmamız mümkün değil."
Ne çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar
umulur."Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan?"
Neden sonra: Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra."Neden sonra babam da geldi."
Ne de olsa: Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte.
Ne dese beğenirsin?: "Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?" anlamında kullanılır.
Ne fayda: Artık neye yarar.
Nefes aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat
bırakmamak."Nefes aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı."
Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu
büsbütün durmak."Bir yumrukta nefesini kesti adamın."
Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş
bir şekilde (gelmek)."Kapıdan içeri nefes nefese girdi."
Nefes tüketmek: Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak."Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana anlamıyor."
Nefsine yedirememek: Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi
için onur kırıcı, ağır bulmak."İki yüzlülüğü bir türlü nefsine
yediremiyordu."
Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek."Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın."
Ne güne duruyor?: "Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında
kullanılır."Gitsin istesin kızı, daha ne güne duruyor?"
Nefsini yenmek: Arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.
Ne günlere kaldık!: "Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve
usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.
Ne hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için
"ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.
Ne idiği belirsiz: Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu
bilinmeyen."Ne idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış."
Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü
niyet beslediğini anlamak."Onun ne mal olduğunu şimdi anlarız."
Ne mene: Ne türlü, nasıl, ne çeşit?
Ne od var ne ocak: Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.
Ne oldum delisi olmak: Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak,
ölçüsüz hareketler yapmak."Dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar
gibi olma."
Ne olur: "Yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır."Ne olur beni de götürün köye!"
Ne olur ne olmaz: Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil."Şemsiyeni
al, ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin."
Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak,
ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin."Ne pahasına olursa olsun ben
bu işi bitireceğim."
Nerede akşam orada sabah: "Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast
gelirse orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.
Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey,
olacak gibi değil!"Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız!"
Ne şiş yansın ne kebap: "İki taraf da korunsun, gücendirilmesin,
ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.
Ne tadı var ne tuzu: Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil."Ne tadı var ne tuzu yaptığım işin."
Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi
değişmek."Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini
kaldırdı."
Ne yardan geçer ne serden: İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde,
fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için
kullanılır.
Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.
Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir
şey yapamamak, şaşırıp kalmak."Ocak birden alev alınca neye uğradığını
bilemedi."
Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek."Ona hediye almaya niyet etmişti."
Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü
sezilen."Niyeti bozuk bunların, sakın ilişmeyin."
Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp
aynı."Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı."
Not düşmek: Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak.
Notunu vermek: Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu
konusunda kanıya varmak."Hâlâ notunu veremedin mi o adamın?"
Nuh der peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü
değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.
Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina)."Nuh Nebi`den kalma bir koltukta oturuyordu."
Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi
söyleyerek karşısındakini aldatmak."Ona öyle bir numara yapacağım ki
şaşkına dönecek."
Nur topu: Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söylenir.
Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak."Katili karşısında görünce nutku tutuldu."
Similar topics
» Deyimler Sözlüğü O-Ö
» Deyimler Sözlüğü P-R
» Deyimler Sözlüğü S-Ş
» Deyimler Sözlüğü T-U-Ü
» Deyimler Sözlüğü V-Y-Z
» Deyimler Sözlüğü P-R
» Deyimler Sözlüğü S-Ş
» Deyimler Sözlüğü T-U-Ü
» Deyimler Sözlüğü V-Y-Z
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz