Oğuz Esen Resmi Fan Clup İndir-Dinle 2011
Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku 112

Join the forum, it's quick and easy

Oğuz Esen Resmi Fan Clup İndir-Dinle 2011
Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku 112
Oğuz Esen Resmi Fan Clup İndir-Dinle 2011
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku

Aşağa gitmek

Sabit Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku

Mesaj tarafından Mc Zindan Ankara Style Salı Mayıs 18, 2010 2:06 pm

Soru: Bir hadis-i şerifte, İslâm’ın
garip olarak başladığı ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade
edilerek garipler müjdeleniyor. Diğer taraftan Resûl-i Ekrem Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem), risaletinin ilk zamanlarında iki
Ömer’den biriyle dinin teyit buyrulması için dua ediyor. Bu açılardan,
bir beldede, iman ve Kur’ân hizmeti adına ilk adımlar atılmaya
çalışılırken, muhatap seçiminde, öncelikli olarak o beldenin garipleri
sayılabilecek kimseler mi, yoksa toplumun önderleri sayılan şahıslar mı
esas alınmalıdır?
Cevap: Değişik münasebetlerle üzerinde durulmaya
çalışıldığı gibi “gurbet” kavramının bizim mülâhazalarımız içinde çok
önemli ve oturmuş bir yeri vardır. O mülâhazalar çerçevesinde konuyu
hatırlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: Herhangi bir yararı
olmayan yahut ne bir yararı ne de bir zararı söz konusu olan gurbetler
olduğu gibi, faydalı ve Hak nezdinde makbul gurbetler de vardır.
Sorunuzdaki hadis-i şerifte beyan buyrulan gurbetin ise ikinci
kategoride değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Ayrıca bilinmesi
gerekir ki, gurbet fertler için mevzubahis olabileceği gibi, aileler,
toplumlar hatta bir millet ve ümmet için de söz konusudur. Mesela
inandıklarını ifade ve tatbik etme imkânlarından mahrum bulunan ve
yaşadıkları ortam içerisinde yabancılık çeken fertler garip olduğu
gibi, değişik kanallardan gelen baskılarla preslenen ve günümüzün moda
tabiriyle “mahalle baskısına” maruz bırakılan aileler de gariptirler.
Nitekim bir kısım İslâmî eserlerde; namaz kılınmayan muhitte bulunan
bir mescidin, fâsık bir kimsenin kalbinde ve okunmayan bir evdeki
Kur’ân’ın, zalim bir erkeğin nikâhı altındaki sâliha kadının, serkeş ve
arsız bir kadınla aynı evi paylaşan sâlih erkeğin ve hâlinden
anlamayanların içinde âlim kimsenin gurbeti olmak üzere fert ve toplum
hayatında yaşanan çeşit çeşit gurbetlerden bahsedilir. Bunlar
içerisinde hiç şüphesiz en büyük gurbet, hâlden anlamayanların arasında
bulunan mânâ erlerinin gurbetidir ve bu mânâdaki gurbetin en büyüğü de,
Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gurbetidir, sonra
da derecesine göre nübüvvet yolunu temsil etmeye çalışan temsilcilerin
gurbeti gelir.
İslâm Coğrafyası ve Gurbet
Gurbet denilince, günümüzde bütün bir İslâm dünyasının yaşamış olduğu
gurbet içre gurbetleri hatırlamamak mümkün değildir. Zira 1,5 milyara
varan nüfusuyla tarihin hiçbir döneminde ulaşamadığı bir kemmiyete
kavuşmuş bulunsa da, ne yazık ki bu mübarek coğrafya, şimdilerde,
tarihin hiçbir devrinde yaşamadığı ölçüde hüzünlü bir gurbeti
iliklerine kadar hissetmektedir. Evet, dünyanın değişik yerlerinde
bulunan az sayıdaki dertli sine ve onların Allah rızası istikametindeki
bir kısım mini gayretleri istisna edilecek olursa –ki o mini gayretler
içinde de istenen seviyede, ihlâs, samimiyet ve kardeşliğin
korunabildiği iddia edilemez– İslâm coğrafyasında Müslümanlar hesabına
ne halk ne de idareciler seviyesinde, sağlam bir plan ve projeye
dayanan, ileriye matuf, kayda değer, ciddi bir çalışmanın var olduğu
söylenemez. Bu açıdan denilebilir ki, bizim dünyamız bir mânâda
hesapsız ve mefkûresiz insanlar dünyasıdır. Evet, başka ülke ve
milletlerin karşısında âciz, bir silleyle sarsılabilecek, bir
kıvılcımla efradı birbirine düşürülüp birbirinin kurdu hâline
getirilebilecek içler acısı manzarasıyla bu coğrafya, katmerli
gurbetler altında sürüm sürüm bir hâldedir. Yüce Rabbimizden niyaz
ederiz, bu ümmete, ulvî gaye ve yüksek mefkûre sahibi, canını dişine
takıp dünyanın dört bir bucağında diriliş soluklayan, kardeşleriyle el
ele yürürken çevresine hep emn ü eman hisleri neşreden ve bu yolda
attığı her adımını şer’-i şerifin kat’î nasslarıyla test eden müstakîm
mü’minler bahşeylesin; bahşeylesin de asırlar boyu yaşanan bu hazin
gurbeti onlar vesilesiyle hitama erdirip İslâm âleminin yüzünü bir kez
daha güldürsün.
İlk Garipler
Asıl konumuza dönecek olursak, sorunuzda da ifade edildiği üzere Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; “
بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ
غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ
اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ
İslâm
garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı
gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk
yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler
olsun.!” (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) buyuruyor.
Hadis-i şerifteki, “İslâm garip olarak başladı.”
mübarek beyanını, bu dinin; edasından, üslubundan, yolundan,
mesajından, hâlinden anlaşılamayan bir cahiliye atmosferinde neş’et
ettiği ve onu temsil edenlerin bu tür gurbetlerle imtihan olduğu
şeklinde anlayabiliriz. Çünkü bilindiği üzere Mekke müşrikleri uzunca
bir zaman İslâm’a karşı direnmiş, onun bir avuç müntesibine boykottan
komploya, ondan her türlü eza ve işkenceye kadar yapmadıkları despotluk
ve zulüm bırakmamışlardı. Bir diğer taraftan İslâm, ilk neş’et
ettiğinde gariplerle temsil edilmiştir. Evet, o ilk temsilcilerinin
içinde toplumun ileri gelenlerinden hemen hemen hiç kimse yok gibidir.
Hatırlayacaksınız, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)
Dihyetü’l-Kelbî (radıyallâhu anh) ile Roma imparatoru Hirakl’e mektup
gönderdiğinde, Hirakl Ebû Süfyan’ı çağırtmış ve ona bazı sorular
sormuştu. O sorulardan birinde de, Peygamber Efendimiz’i kastederek
“O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi garipler mi?”
diye sormuş; Ebû Süfyan da, “garipler” diye cevap vermişti. İşte bu
garipler, kendi toplumları içinde çok garip karşılanmış ve ciğersûz
denecek ölçüde çok garip muamelelere maruz bırakılmışlardır. Fakat o
mü’minler bunların hiçbirine takılmamış, her türlü “akabe”yi aşarak,
Allah’la münasebetlerini kusursuz denebilecek ölçüde devam ettirmiş ve
din-i mübîn-i İslâm’ın intişarında tarihin daha sonraki hiçbir
döneminde görülemeyecek ölçüde Allah’ın yüce adının bir bayrak gibi
gönül burçlarında dalgalanmasına vesile olmuşlardır.
İslâm’ın İzzeti ve Hazreti Ömer
Sorunuzun diğer vechesini teşkil eden hadis-i şerif ise, “
اللَّهُمَّ أَعِزَّ الْإِسْلَامَ بِأَحَبِّ هَذَيْنِ الرَّجُلَيْنِ إِلَيْكَ بِأَبِي جَهْلٍ أَوْ بِعُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ
Allah’ım, şu iki adamdan –Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan– sana en sevimli olanı ile İslâm’ı güçlendir.” şeklindedir. Bu mübarek sözlerinin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer’di.” (Tirmizî,
Menâkıb, 18; Müsned, 2/25) buyurmuştur. Bu beyan-ı nebevî her şeyden
önce O Nebi-yi Zîşan’ın sinesindeki tebliğ aşk ve iştiyakını
göstermektedir. Nebiler Serveri’nin, uykularını kaçıracak ölçüdeki o
emsalsiz tebliğ sancısını değişik misalleriyle defaatle arz etmeye
çalıştığımdan burada sadece, Cenâb-ı Hakk’ın, ilâhî kelamında, O’nun
hakkında, “Neredeyse –Kur’ân’a inanmıyorlar diye– Kendini helâk edeceksin!” şeklindeki takdir edalı ta’dîlini hatırlatıp geçmek istiyorum.
İşte ihtimal Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o toplum
içinde Hazreti Ömer ve Ebû Cehil gibi kimseleri gözüne kestirmişti.
Onların İslâm için çok faydalı olabileceklerini, onlar vesilesiyle nice
insanın kurtuluşa erebileceğini düşünüyordu. Elbette ki hidayetleri
için dua ettiği kimseler bu iki zattan ibaret değildi. Belki pek çok
kimsenin hidayeti için tek tek isimlerini zikrederek Cenâb-ı Hakk’a
yalvarıp yakarıyordu. Mesela, onlardan biri Seyyidina Hazreti Hâlid
(radıyallâhu anh) idi. Müslüman olmak için huzur-u risaletpenâhîlerine
geldiğinde Kâinatın İftihar Tablosu ona, “Hamdolsun Allah’a ki, seni hidayete erdirdi. Ben zaten senin gibi akıllı bir insanın İslâm’a yöneleceğini umuyordum.”
demişti. Demek ki, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi
salâtin ve selâm), Hazreti Halid ve onun gibi din-i mübîn-i İslâm’a
hizmet edebilecek, toplum içinde parmakla gösterilip gözünün içine
bakılan şahısların iltihakını bekliyor ve onlar için dua ediyordu.
Bizim gibi sıradan insanların bile, bazı zatlar hakkında, “Allahım,
onun kalbini imanla doldur, hem öyle doldur ki, tepeden tırnağa âdeta
her tarafında iman nümayan olsun.” diyerek dua ettiğimizi düşünecek
olursanız, o En Büyük Mübelliğ’in bu konuda nasıl yana yakıla
yalvardığı zannediyorum daha iyi anlaşılacaktır.
Çünkü çevresine
müessir olabilecek bu tip insanların kazanılması hak ve hakikatin
intişarı adına çok önem arz eder. Bunlardan bazen bir düzine, bazen
birkaç, hatta bazen bir insanın “evet” demesiyle bile arkadan fevç fevç
dehaletler olabilir. Allah Resûlü’nün Yahudiler hakkında böyle bir ümit
taşıdığını biliyoruz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların kanaat
önderi diyebileceğimiz önde gelenlerinden birkaç kişinin Müslüman
olmasıyla o dinin müntesipleri üzerinde olumlu pek çok değişimin
gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Ne var ki, Abdullah ibn Selâm, Vehb
ibn Münebbih gibi birkaç kişi istisna edilecek olursa, o toplumun önde
gelenleri, geleceğini bildikleri ve hatta ne zaman geleceğini dahi
bildikleri dine ve onun resûlüne sıcak bakmadı; bakmadı ve böylece hem
kendileri hayatlarının en büyük kaybını yaşadı ve hem de onları takip
eden, onların peşinden giden nice insana hayatlarının en büyük haybet
ve hüsranını yaşattılar. Eğer o dönem Huyeyy b. Ahtab, Ka’b b. Eşref
gibi şahıslar Efendiler Efendisi’ne karşı küstahlıkta bulunup O’na
saygısızca dil uzatacaklarına O’nu anlamaya çalışsalar, büyüklüğünü
kabul edebilseler ve İslâm’a azıcık sıcak bakabilselerdi herhâlde
onların peşinden giden nice insan da hak ve hakikati kabullenmiş olurdu.
İşte meseleye bu perspektiften bakıldığında, karakteri ve toplum
içindeki konumu itibarıyla Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), Peygamber
Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) gözünden kaçması düşünülemez.
Dolayısıyla da Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem),
onun hakkında Cenâb-ı Allah’a dua etmesi –yukarıda zikredilen
mülâhazalar ışığında bakıldığında– gayet yerinde olur. Evet, Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) kastederek,
“Allahım onunla bu dini aziz kıl.” diye yalvarması O’nun hem tebliğ
sancısı, hem de fetanet ufku açısından gayet muvafık düşmektedir.
Zaten Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) bereket dolu hayatlarına
baktığımızda bu hususu açık ve net bir şekilde görebiliriz. Çünkü onun
Müslüman olmasıyla, o dönemde çeşitli eziyetlere maruz kalan
Müslümanların Allah ve Resûlü’ne olan inançları daha bir kuvvetlenmiş,
Kâdir-i Mutlak olan Rabb-i Kerimlerinin havl ve kuvvetine itimatları
daha bir artmıştır. Evet, Abdullah ibn Mes’ud hazretlerinin de ifade
buyurdukları gibi Hazreti Ömer’in İslâm’a dehaletiyle Müslümanlar
ruhlarındaki izzeti bir kere daha derinlemesine duymuştur. Allah
Resûlü’nün bu âlemdeki terakkisini tamamlayıp kendi ruh ufkunun
enginliklerine yürümesinden sonra da, Hazreti Ömer, Allah Resûlü’nün
ikinci halifesi olmuş, İslâm’ın intişarında çok önemli hizmetlerde
bulunmuş, pek çok beldeler fethetmiş ve dünya muvazenesini tehdit eden
iki devleti hizaya getirerek Müslümanların bu muvazenede hak ettikleri
konumu ihraz etmelerine vesile olmuştur. Evet, ne taraftan bakarsanız
bakınız, o zat, tarihin emsalini kaydetmekten âciz kaldığı müstesna bir
kâmet, müstesna bir şahsiyettir.
Kimseyi İhmal Etmeye Hakkımız Yoktur
Buraya kadar anlatılanlardan şu sonuca varabiliriz. Allah Resûlü’nün
(aleyhissalâtü vesselâm) hayat-ı seniyyelerine bir bütün olarak
bakıldığında O Rehber-i Ekmel’in bütün ömrü boyunca hem toplumun ileri
gelenleriyle meşgul olup ilgilendiği, hem de kendini ifade edemeyen,
ezilen, parya muamelesi gören gariplere kucak açıp onlarla alâkadar
olduğu görülür. Evet, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi
ekmelüttehâyâ) bütün hayatı boyunca âdeta bu iki ucu bir araya getirmek
için kendini helak edercesine çabalayıp durmuştur. Tabiî o engin
sinesini bu iki ucun arasında kalan toplum kesimlerine de hep açık
tutmuştur.
Meselenin bize bakan yönüne gelince: Geçmiş dönemlerde olduğu gibi
günümüzde de açık ya da kapalı, şöyle veya böyle dünyanın hemen her
yerinde bir kast sisteminin yaşandığı bir vakıadır. Ayrıca insanların
donanımları nazar-ı itibara alındığında toplumlar içinde her iki
kesimin de her zaman mevcut olacağı muhakkaktır. O hâlde gönüllüler
hareketinin temsilcilerine düşen de, toplumun hiçbir kesimini ihmal
etmeksizin herkesi kucaklamak olmalıdır. Evet, vicdan olabildiğince
geniş tutulmalı, herkesin konumuna saygı duyulup diyalog zeminleri
oluşturulmalı, toplumun bütününe kucak açılmalı, hatta
gelmeyen/gelemeyenlerin dahi ayağına gidilmelidir. Bulunulan
coğrafyanın şartları göz önünde tutularak bir taraftan, toplumda önemli
yerler ihraz eden akademisyen, parlamenter vb. gibi söz söyledikleri zaman referans olabilecek kimselerle diyalog köprüleri
kurulmalı; diğer taraftan da yaşadıkları içtimaî hayat içerisinde
değişik mazlûmiyet, mahkûmiyet ve mağduriyetlerin zebunu olmuş
gariplere el uzatıp onlara destek olunmalıdır. Çünkü mesleğimiz herkese
açık bir peygamber şehrahıdır. Bundan dolayı bir taraftan içtimaî
yapıda önemli konumları ihraz etmiş insanlara hak ettikleri bir
seviyede muamelede bulunulmalı, saygıda kusur edilmemeli, düşünce
dünyamızın daha başka gönüllere ulaştırılması adına onların
referanslarından istifade edilmeli; diğer yandan da içtimaî statüde
daha alt tabakalarda kalmış olan insanlara imkân hazırlanıp onların
içine düştükleri kompleksten çıkmalarına ve kendilerini ifade
etmelerine yardımcı olunmalıdır. Böylece o garipler, ezilmiş ve
düşmüşlüğü tatmış olmanın verdiği anilmerkez bir hızla şahlanacak ve
Allah’ın izni ve inayetiyle üzerlerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine
getireceklerdir.
Gurbetin İksiri Kurbet
Sözün başında
koskocaman bir coğrafyanın hüzün dolu manzarasına işarette bulunmuştuk.
Fakat şu husus da asla unutulmamalı ki, İslâm dünyası Asr-ı Saadet’ten
bu yana pek çok gurbet yaşamış, ancak o gurbetlerin hepsi Allah’a
kurbet sayesinde zamanla aşılmıştır. Zaten gurbetin Allah’a kurbet ve
düzgün temsilden başka bir iksiri yoktur. Bir kısım pansuman
tedbirlerle ne bir mahallenin ne bir müessesenin ne de bir grubun
baskısından yani gurbet yaşamaktan kurtulmak kat’iyen mümkün değildir.
Pansuman müdahaleleri çare olarak görmek parya muamelesi altında ezik
olarak yaşamaya devam etmek mânâsına gelir. Evet, bütün gurbetler
evvela Allah’ın izin ve inayetiyle, sonra da kimliğinden fedakârlıkta
bulunmayan, başkalaşmaya karşı direnen, dimdik duran, her defasında bir
kere daha bir İslâm mütefekkirinin ifadesiyle, “Yeniden bir kez daha
İslâm”a diyebilen iyi temsilcilerin göz dolduran temsilleriyle
aşılmıştır.
Asrımızın Müslümanları olarak biz de dileriz ve Rahmeti Sonsuz’dan
niyaz ederiz ki, İslâm Dünyası; Moğol ve Haçlı işgalleri, Asya’da
yaşanan hercümerçler gibi hazin ve büyük gurbetlerden sıyrılıp
kurtulduğu gibi, son asırlarda içine düştüğü ve günümüzde en ağır
şekilde yaşadığı hercümerçlerden de bir an önce kurtulur. Ne var ki,
bunun da ancak Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) on dört asır
evvel müjdelemiş olduğu o kendini ıslaha adamış kurbet eri garipler
sayesinde gerçekleşeceği asla unutulmamalıdır.
Mc Zindan Ankara Style
Mc Zindan Ankara Style
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 3104
Aktiflik Puanı : 13215
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 31
Nerden : ankara

http://www.amasyateknoloji.tk

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz